Sevgili Teknoloji, öylesine inanılmaz bir hızla ilerliyorsun ki!...O nedenle, bu mektubum yüz yıl sonra eline geçecek şekilde kalabilecek mi bilemiyorum. Çünkü yüz yıl sonra bir yaşam olacağından dahi emin değilim...Belki senin akıl almaz ve korkutacak denli hızlı gelişmelerin, insanlıkla birlikte tüm evrenin de sonunu getirecek...Atomdan veya diğer nükleer silahlardan çok daha etkili bir takım silahlarla, insanlık, yaşam ve bütün evren yok olacak ve bu mektuptan da tek bir iz dahi kalmayacak belki, kim bilir?
Ya da belki de!? Yine senin akıl almaz gelişmenle insanlık ölümsüzlüğe kavuşacak ve ben bu mektubu, yüz yıl sonra, saklı olduğu yerden çıkarıp kendim okuyabileceğim sana! Bilinmez ki!...
Sana ne desem, ne yazsam bilemiyorum...Övgüler mi düzsem yoksa yergiler mi sıralasam? Sana kızsam mı, seni sevsem mi? Yaşamımın bütün alanlarını sana sonuna kadar açsam mı, yoksa senden kaçsam mı? Kaçmak derken, yanlış anlama n’olur?! Her gün gencecik fidanların solduğu haberlerini duymadan, insanların birbirlerini nasıl öldürdüklerine tanık olmadan veya modern bir yaşam sürdüklerini zanneden üç-beş kendini bilmez sanatçı(!) kılıklı ucubenin barlarda nasıl dağıttıklarını görmek zorunda kalmadan...Bahçesinde tavukların eşindiği, ahırında inekler beslediğim ıssız, tenha bir köy evinde...Kendi yetiştirdiğim patateslerimi kış aylarında, küçücük evimi ısıtan kuzinemin fırınında pişirip, huzur içinde yerken, senden uzak, sessiz sakin bir yaşama mı koşsam?
İnan bilmiyorum, bilemiyorum!..
Aslında geçmişi düşündüğüm ve anacığımın yaşantısıyla kendi yaşam standartlarını kıyasladığım zaman, yine karar veremiyorum... Dost mu düşman mı olduğunu bir türlü çıkaramıyorum sevgili teknoloji!
Eğer sen olmasaydın, ben bugün tek bir düğme dokunuşuyla çamaşırlarımı yıkayamayacak, elektrik süpürgesiyle tozları bu kadar güçlü çekerek ortadan kaldıramayacak, yiyeceklerimi değil günlerce, aylarca taptaze muhafaza edemeyecektim. Annelerimiz gibi elimde çalı süpürgesi, tozu dumana katarak süpürmeye uğraşacak, çamaşırları saatlerce küllü sularda kaynatmak zorunda kalacaktım... Ekmeğimi pişirmek için erkenden kalkacak, kışlık yiyeceklerimi hazırlamak için haftalarca emek harcayacaktım... Evet! Özlediklerimle görüntülü konuşma yapmak bir yana, aylarca mektup yolu gözleyecek, belki de yıllarca göremeyecektim, kim bilir? Hatta şu an sana hitaben yazdığım bu mektubu, bir iki düğme dokunuşuyla yüzlerce insanla da paylaşamayacaktım, biliyorum...
Annelerimiz ve babalarımız senin nimetlerinden bu denli yararlanmadılar...Bazı işleri halledebilmek uğruna çok daha fazla zaman ve bedensel emek harcamak zorunda kaldılar...Ama!? Ama onlar bu kadar sağlıksız da olmadılar be teknoloji! İçinde kanserojen maddeler vardır korkusuyla, gıda boyalarıyla renklendirilmiş ve makyajları yapılmış bir sürü besin maddesini yeme konusunda bizim kadar tereddüt edip, ne idüğü belirsiz bir sürü zararlı ve zehirli şey yemediler! Onlar en saf şekliyle tereyağlarını kendileri yaptılar, zeytinlerini hilesiz, boyasız sularda salamura ettiler, turşularını sirke ruhu yerine, doğal sirkelerle kurdular.. .Kimyasal gübreler henüz üretiliyor olmadığından her şeyi en doğal haliyle, katkısız üretip tükettiler...Sen henüz bu kadar ilerlemiş olmadığından radyasyonla da tanışmamışlardı ve çay içerken zehirlenme korkusu yaşamaları da yersizdi...
Bizler bu kadar şanslı mıyız peki sence? Onlar tereyağının en doğalını ve lezzetlisini bulabilirlerken, bizler market raflarından, fabrika yapımı bin bir çeşit margarini seçmek durumunda kalıyoruz. Kimyasal gübrelerle beslenmesi yetmezmiş gibi, hormonlarla takviye edilmiş sebze ve meyve ‘’gibi’’ görünen garip garip bitkilerle idare etmek durumunda kalıyoruz...Domatesler domates değil, sadece ‘’Domates gibi’’...Maydanozlar, naneler artık kokmuyor, rokanın dalını kırınca içinden suyu sızmıyor... Eskiden rokalar, mis gibi deniz çipurasına eşlik ederken sofrada, bugün roka ‘’gibi’’ otlar, çipura ‘’gibi’’ görünen ama suni yemle beslenen balıkların yanında yatmak zorunda kalıyor masalarda...Meyveler de bir garip oldular... Kayısılar, şeftaliler, çilekler de artık kokmuyor. Hatta karpuzlar çekirdeklerini bile kaybettiler! Kesiyorsun ama içinden çekirdekler çıkmıyor!
Eskiden üretildiği gibi doğal üretilenlerin artık özel raflarda, özel fiyatları var... Ve onları sadece özel paralar kazanabilen, cebi zengin insanlar tüketebiliyor...Bu devirde sağlıklı ve zehirsiz yaşamak parayla satın alınabilir bir şey oldu artık! Hoş!... Sağlığımız bozulunca, sayende artık daha fazla tedavi şansımız var ama o da ancak parası olanların faydalanabileceği bir nimet!
Sebzeler, meyveler, hayvanlar bir tarafa...Bizlerin de içleriyle ve dışlarıyla oynamaya başladılar sayende. Sağlık için yapılanlara bir diyeceğim yok elbette ama...Zevk için veya estetik kaygılarla imza atılan bir sürü saçmalığın çeşitleri de hızla artıyor. Sen gelişiyorsun, seçenekler çoğalıyor.
Sen gelişiyorsun, insanlık şekil değiştirip, bir garip hale bürünüyor. ’’Hilkat garibesi’’ tanımı bile kalkacak ortadan sayende. Çünkü çirkinle güzel, iyiyle kötü, normalle anormal yer değiştiriyor. Dünyaya gözlerini siyahi olarak açan Michael Jackson, dünyanın en beyaz tenli insanı(!) olarak gözlerini kapamaya hazır hale gelebiliyor!
Bizim çocukluğumuzda oynadığımız oyuncaklar bile çok komik kalabiliyor bugünkü çocukların gözünde. Kaldı ki anne-babalarımızın yaşadıkları dönemle kıyaslayabilelim! Onlar tahtadan yontulmuş topaçlarla, bezden dikilmiş bebeklerle oynadılar. Çamurdan yuvarlayıp misketlerini, demirden bilyeler döktüler. Biz daha şanslıydık, camdan yapılmış rengarenk olanları vardı bizim çocukluğumuzda da. Bezden dikmemiz gerekmiyordu artık bebeklerimizi, tahtadan arabalar yontmamız gerekmiyordu. Biz oldukça şanslıydık anne-babalarımıza göre...Ama ya bizim çocuklarımız? Şimdi seçenekler o kadar çoğaldı ki sayende. Oyuncaklar çoğaldı, çeşitlendi, tahta arabalar pillenip, uzaktan kumanda edilebilir oldu! Bilgisayarlar ve elektronik oyunlar istila etti çocukların o temiz dünyasını.
Şimdiki çocuklar, eski oyuncaklar bir yana, sokak oyunlarını bile unuttular. Beraberce koşturacak sokak bulamadıkları gibi, bulabilenler de zaten sokağa çıkmayı tercih etmiyorlar artık. Onlar artık kapandıkları odalarında, radyasyon yayan ekranların karşısında, tanımadıkları suçluları kovalayıp, ellerindeki silaha dönüşmüş joystickleri ile sağa sola ateş ediyorlar. Oyunları kontrol eden düğmelere, daha çok silahların tetiklerini ateşlemek için basıyorlar. Anne-babalarımız ve biz, her ne kadar senden nasibini almış modern (!) oyuncaklar bulamadıysak da, o dönem boyadığımız aşık kemiklerini çevirip, sokaktan topladığımız taşları havaya atıp tutan ellerimiz, silahın tetiğine basan ellere oranla daha temizdi sanki!??
Silah dedim de sevgili teknoloji!?? Sayende hızlanan ve acımasızlaşan savaşlar geldi aklıma. Bir kerede daha çok canların söndürüldüğü...Binaların değil, köylerin, kentlerin yerle bir edildiği...Uzaktan kumandayla fırlatılan bombaların, anasının kucağındaki bebeyi -sanki süt kokusundan takip etmiş gibi- şıp diye bulduğu. Ve ne acıdır ki, bu akıllı bombaların, o bebeleri anneleriyle beraber yakıp yok ettiği savaşlar geldi aklıma.
Bizim dünyamızın en zengin abisi Amerika...Ve en çok da o takip ediyor sendeki gelişmeleri...
Zengin Amerika, senin hızına yetişebilmek, seni daha da geliştirebilmek için milyar dolarları harcarken, ağabeylik yapıp da senin nimetlerinden herkesi faydalandırıyor sanıyorsan da yanılıyorsun! Bunlardan faydalanmak parayla! Hem de çok parayla!...
Bu nimetlerden, sadece zengin insanlar istifade edebiliyorlar! Ve maalesef herkes yeterince zengin değil sevgili teknoloji! Sen geliştikçe çünkü, insanların işlerini elinden alır oldu makineler! Eskiden bir makineyi bir sürü insan idare edebilirken, artık bir makine yüzlerce insanın belki de bir günde tamamlayabilecekleri işleri, bir kaç saatte halleder oldu! Makineler çalıştırılırken insanlar işsiz kaldı...Aç kaldı! Parası olan zenginler, insanları boşlayıp, paralarını sana ve becerileri senin hızınla yarışan makinelere yatırır oldular. Ve senin sayende sevgili teknoloji, zenginle fakirin arasında korkunç uçurumlar açıldı! Zengin olanlar daha çok zenginleşirken fakirliğin etkileri çok daha şiddetli ezer oldu zaten zor durumda olan insanları!
Ve senin henüz bu kadar gelişmediğin dönemlerin zenginleriyle bu dönemin zenginlerinin yapabilecekleri şeyler de çok değişti! Bu günün zenginleri artık bir garip oldu ve hatta ne yapacaklarını bile şaşırır oldular biliyor musun?
Mesela uzay mekikleri bile yapıldı sayende! Çok zengin bir iş adamı uzay mekiği ile seyahate çıkıp, dünya manzarasına, misafir(!) edildiği mekiğin penceresinden bakabiliyor artık!...Milyonlarca aç insanı doyurabilecek parayla yapabildiği bu yolculuğun sonucunda, onun karşıdan, zevk içinde çook uzaklardan izleyebildiği bu dünyada, yine milyonlarla insan açlıkla boğuşmaya da devam ediyor...Bu zavallılar ekmek bulamadıklarından aç yaşayıp aç ölüyorlar!
Haa!??
Bir de, Amerika gibi çok zengin ülkeler, nedense en çok, ellerindeki silahları geliştirmek için sıkı takibindeler senin! En çok da nükleer olanları!... Yani en kısa sürede, en çok öldürebilecek ve takip eden on yıllarda da yok edici izlerini bırakabilecek denli tehlikeli olanları geliştirmeye çalışıyorlar senle birlikte! Sen gelişiyorsun, onlar da silahlarını geliştiriyorlar! Ve fakir ülkeler -mutfak masrafından kuaför parası arttıran ev hanımları misali- kendi insanlarının mutfaklarından ve boğazlarından kıstıkları paralarıyla, bu silahları alıp, zaten zengin olan Amerika’yı daha da zengin ediyorlar!
İşte bu yüzden, sırf bu anlaşılmazlıklardan ötürü ben seni seviyor muyum, yoksa nefret mi ediyorum, bilmiyorum teknoloji! Dost musun düşman mısın anlayamıyorum!
Çünkü sen geliştikçe, ölüyor insan olmaya dair pek çok detay! Ve ilerde insanlık tamamen ölecek ve yok olacak bu gidişle, kim bilir?!! Ne acıdır ki, sen geliştikçe, bugün bile insanlık can çekişiyor! Mekanikleşiyoruz sayende üretilen robotlar gibi! Duyarlılıklarımız, maneviyatımız, birbirimize bağlılıklarımız azalıyor! Sevgi zayıflıyor, düşmanlık semiriyor! Fakirler açlıktan ölürken, duyarsız zenginler de bir o kadar gürbüzleşiyor! Sen geliştikçe, standart yükseliyor ama bu standardı satın almanın faturası çok pahalıya mal oluyor insanoğluna! Para, para, para!
Napolyon’un kulakları çınlasın! İşte bu para yüzünden artık, komşu komşuyu, kardeş kardeşi, insan insanı önemsemiyor!
İşte bu yüzden ben, evimde daha az yorulsam da, sevdiklerimin seslerini daha sık duyabilip, kameramdan onlara canımın istediği anda gülümseyebilsem de, süpürürken ortalığı tozutmasam da…Aklımı tozutacağım galiba bu gidişle sevgili teknoloji!
Tamam, sayende daha konforlu yaşıyor ve sağlığımız bozulduğunda daha fazla tedavi imkanı bulabiliyoruz belki ama!??
Sen bu denli gelişmemiş olsaydın, bu kadar saçma sapan hastalıklarla da boğuşmak zorunda kalmayacaktık belki de kim bilir? İnsanlar bu kadar para ve rahat derdine düşmeyecek, şehirler bu kadar büyümeyecek, ruhlarımız bu kocaman metropollerin büyümesine inat küçülmeyecekti. Bu kadar çok araç olmayacak, trafik artmayacak, zehirli gazlarla betimiz benzimiz sararırken, öte yandan sapasağlam bünyeler kollarını, bacaklarını, yaşamlarını budamayacaklardı korkunç trafik kazalarında...Ve en önemlisi...Kimyasallar savaşmak için geliştirilemeyecek, bembeyaz bulutlar asit ve radyasyon olup yağmayacaktı topraklarımıza! Elsiz, kolsuz, ciğersiz bebeler doğmayacağı gibi...Belki de sevgili teknoloji?
Ve belki de !?? Ben bu yazımı yazarken, rahmetli Kazım Koyuncu’nun sesini kayıtlarından dinlemek yerine, konserine bir bilet alabilecektim yarınlarda!
Kim bilir?...
Dip Not:: Üniversite son sınıftayken yoruma dayalı derslerimizden birinin final sorusu şu idi: Yüz yıl sonrasına bir mektup yazın..
Ben de o final sınavında teknolojiye bir mektup yazmış ve hemen hemen aynı giriş cümleleri ile başlamıştım (ve tabii 100 tam puan almıştım)! Ama bugünkü duygularımla ve hayat sınavının içindeki yaşanmışlıklarımla, teknolojiye tekrar bir mektup karalamak geldi içimden..
Öylesine… Not beklentisi olmadan...